17 Ağustos 2010 Salı

son şey

tükenmişlikten değil, yorulmuşluktan değil, anlamsızlıktan hiç değil...
bu soysuz nefeslerin içinde bile bile boğulmak için can atmanın hiçliğinden...
son değil; hikayemin başlangıcı...
o yokuşun en başındayken atılması gereken adım için...
süreç biter ve ben alır başımı giderim...
teşekkürler dünya!
iğrenç döngünün içinde bir hikaye eksik olsa çok da bir şey kaybetmiş sayılmazsın...

Au revoir

14 Ağustos 2010 Cumartesi

bir, şey

yüzyetmişincikaranlığamahkumedildiğimiçintuzumubırakıyorum
sennasılbıraktıysanbeniöyleceduruyorum
kapıçalınmayacakbiliyorumvekorkuyorum
toprağınageliyorumçiçeklerinledenizinlekedinlevehiçbitmeyecekhikayenle

13 Ağustos 2010 Cuma

hiç, şey-ler; boş, şey-ler

"uyan" dedi sesin,
uyanmayan sen ile kalakalmışlığım bana sinsice gülümsüyordu...
uyanmışlığımla baktım kapalı gözlerine, çok istikrarlı davrandıklarını ve davranacaklarını bilmeme rağmen bekledim...anlatacak, yaşanacak çok şey varken bu yarım bırakışlarını benimsemiş olmanın verdiği ağırlığa şaşıp kalıyordum.
yoktu anlatacak yoktu yaşanacak...
ama yine de,
keşke;
..................................

12 Ağustos 2010 Perşembe

peh

her şey boşuna imiş,
yine teşekkürler dünya...

suskunluğum diz boyu olsun, varlığın varlığıma armağandır...

var çok, şey


yanındaki güzelliği ve sana yoldaş olanı çoğu zaman es geçiyorsun!
bu görmemezlik görememezlik huyundan hiç vazgeçmiyor vezgeçemiyorsun!
illa kanatlanıp uçmasını bekliyorsun!
bakmıyorsun, kafanı çevirip bakmaya üşeniyor ve üşenmeye devam ediyorsun!
ne diyorum biliyor musun?
yanındayken uzak oluşların verdiği kanamayı ancak sen durdurabilirsin; uzaklıktan yakınlıktan senin anladığın ne ise artık!
ben içimde olana sarılmayı seçiyorum.



Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
 
 

10 Ağustos 2010 Salı

yok, bir şey-ler

bilmem neremden akan terden bahsetmeyeceğim tamam; cebimin delik oluşundan ve delik oluşumu sonrasında dar koridorlarında volta attığım sağlık merkezinden, boş bir kaldırım kenarı bulduğumda yüzüme tebessümü oturttuğum son iki günden de bahsetmeyeceğim tamam. gerçi iki gün yine böyle devam edecek ama söz bundan da bahsetmeyeceğim...
oradan buraya buradan oraya edilen sevklerden hele hiç bahsetmeyeceğim...
cep delik olmasaydı ama içinde de bir şey olmasaydı -yine olduğu gibi- takas olayına biz de girebilseydik antik yunanda olduğu gibi ne güzel olurdu. gerçi benim verebilecek bir sığırım olmazdı; ama elmalı turtamdan yapardım, isterlerse kıymalı börek bile açardım, şu lanet sıcakta bir de buz gibi limonata yapardım, hadi şimdi bak bakalım kuş beynimde ne varmış ne yokmuş derdim...
gitme sebebimi bile unuttuğum rahatsızlığım nedense yok oluverdi. çünkü başka yerlerimden patlak veren sızıntılar hissediyorum; özellikle asabiyet nedir bilmeyen ben, bugün kaldırımda bir kişiye omuz atmış, otobüste de ağlayan bir çocuğa sinsi bir bakış fırlatmış bulunmaktayım, kendimden korktum çocuğa neden ağlıyorsun bir sussana deyip girişeceğim diye...yok yok, zamanım mı doluyo diyeceğim ama ben daha yeni doldurmuştum bünyeyi..ee bu ne öyleyse..
ne diyorum ben? saçmalama özgürlüğümü kullanıyorum her zaman olduğu gibi...
sinirliyim, ıslak bir bedene sahibim, kirpiklerimden akan tere engel olamayan bir kişiliğim..
yok be, ben hiçim!
gittim
nokta

9 Ağustos 2010 Pazartesi

yok, şey-ler

"...
kahkaham insanları ürkütürdü!
zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
..."

gerçeklik nedir?

1 Ağustos 2010 Pazar

......... ..

eller titrerken ve beyin inanılmaz bir devinim halindeyken klavyeyle bağ kurmaya çalışmak anlamsız da gelebiliyormuş; ama "inat etmek" eylemi tavan yapmışken durmasın dedim.
devrilen ince belli bardakların sonunda elde edilen boşluk gibi bir hikaye işte karşında duran.
farkı var; ama farkı anlatacak elleri yok!
gözleri var; ama görmesi gereken çift göz karşısında yok!
bu zormuş,
bu çok zormuş...
uzansam beyaz çarşafa, yukarıda asılı kalsa geometrinin yuvarlak beyazlığı...
geri dönsem tekrar bilmem ne kaç saat öncesine...
merdiven basamaklarından inerken, arkaya bakmak için can atsam ve bakarsam her şeyin karışacağını düşünmekten alıkoysam kendimi...
bu zormuş,
bu çok zormuş...
beyni durdursam be sevgi, beyni bi durdursam...
sanırım her şey daha kolay olacak hım ne dersin?
ama durdurmamı hiç istemezsin ki!

mavi bar huzuruna...
ve
sadece sana...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

...alev alev yakınlaşmak için sana
senden uzaklaşmak bile güzel bazı

ama zamanı geldi sanırım;
yağı bitmiş kandilim
nefesinle körüklemeye çalışma beni
gel yamacıma
beraber sönelim...

16 Temmuz 2010 Cuma

koku'n




farkında olmadan birikmişliğim ve biriktirmişliğim var
farkında olmadan sevmişliğim ve sevilmişliğim var
farkında olmadan üzmüşlüğüm ve üzülmüşlüğüm var
farkında olmadan kanmışlığım ve kandırmışlığım var
farkında olmadan yormuşluğum ve yorulmuşluğum var
farkında olmadan tüketmişliğim ve tükenilmişliğim var
farkında olmadan "farkında olmadan"ı tekrarlamışlığım ve sıkmışlığım var
farkında olduğum bir tek koku' n var-dı...
benliğime işleyen, kazınamayacak olan koku'n var-dı...
uçup gitmesin diye, suya girmemişliğim hiç olmadı; ruhumda saklı olduğunu bilmişliğim, buna inanmışlığım var!
en son, bu şehrin yağmur kokusunu çekmiştik ya içimize bir şubat gecesi,
düz ova beklemedeydi
sessiz ve acelesiz
yağmur kokusu sarmışken tüm şehri, sarılmış, öylece vedalaşmıştık "görüşürüz" diyerek
e be arkadaş
doğru demişsin görüştük,
soğuk bir odada soğuk bir yatakta, bu sefer beni ayakta beklememeni garipseyen ben, sana koşup gelmişliğimle kalmıştım karşında bilinçsizce.
bilinçsizliğim devam niteliğinde...
yağmur kokusu, sen kokusu, bir kokusu
şimdi de toprak kokusu...
sen gittiğinden beri çok şey değişti
hiçbir şey değişmedi
sen gittiğinden beri
annen(m) sağımda baban(m) solumda, hani o çok sevdiğin!
sen gittiğinden beri,
ilk defa, ilk defa koku'n vardı uykumda...yastığınla bütünleşip huzurlu bir uykuya dalan ben,
artık uyanmayacağım.


8 Temmuz 2010 Perşembe

sadece

geride kalmak çok zor...
sadece gözleri kapatmaya odaklanmak, gözler kapanınca tek bir şeyin umuduyla yanmak, yanışın bazen harlanması bazen sönmeye yakın olması arasında bocalamak, şuursuzca aramak, bedelsizce beklemek, bekleyişin tebessümüne sahip olmak, sarılmak, öldürürcesine sarılmak, o sarılışın boşlukla biçimlendiğine şahit olmak, kapalı olan gözleri açmak zorunda kalmak...
yüzotuzüçüncü karanlığa gömülmeye mahkum olmak!

6 Temmuz 2010 Salı

bu bekleyenler, beklenilenin gelmeyeceğini bile bile neden devam ederler ki bekleme eylemine?
gönül bu, dersin şimdi!
ota da konar boka da...
ben bok'um arkadaş,
bekleme boşuna, gelmeyeceğim;
ağlama, ölmeyeceğim...

2 Temmuz 2010 Cuma

ah be güzel insan;
ne bekliyorsun benden?
bir sınır, bir hendek, bir sınır daha, akabinde bir hendek daha...
ben yoruldum dinlemekten, sen yorulmadın söylenmekten...
bana bi koca lazım o da bu gece lazım...demiş ata olan insanlarımız. bilmem kim demiş, kim demişse güzel demiş.
ya harekete geç ya da doldur boş olan laflarını...
zira ben de insanım; bir haykırırsam yılların birikimini ne sınır bırakırım ne de hendek...
hala geliyor cızırtılı sesin...
duy-mu-yo-rum seni...

29 Haziran 2010 Salı

gelir mi dersin?

gökyüzünü seyrelemeyeli uzun zaman olmuştu,
sanırım yenileniyorum...
ne işime mi yarayacak?
bilmem,
her zaman yaptığım gibi deniyorum...
bir de kabul etmeliyim,
çok garip; ama ayakta duruyorum...
öylece........
olsa da!
ayakta duruyorum...
çok şey değişmiş...hikaye değişmiş, başkalaşmış işte...
okuyorum, dinliyorum, bakıyorum, göremiyorum; ama önümde akan zamana ayakta durarak ayak uyduruyorum işte.
garip!
insanlar aşk' diyor başka bir şey demiyor. öyle değil, senin anladığın aşk' gibi değil...sadece bir insanın ötekileştirdiği insana olan aşk' ından söz eyliyorlar. yazıyorlar, çiziyorlar, küfürleri sallıyorlar...
sanki o geçirilen "güzel" diye adlandırılan an' ları beraber yaşamamışlar gibi, el sallanması gereken geçmişi kabul edemeyen, yolda görse içinde barındırdığı cani kişiliği dışavurup gözlerinin bakışına son verecek noktaya getiriyorlar işi...öyle alelade...sıradanlaştırmayacaksın...yaşadığın aşk' a sahip çıkıp, yaşadığın güzelliğiyle bırakacaksın...kanatmayacaksın, nefes almasına izin vereceksin...ama yok!
kime ne söylüyorum ki?
bu da garip!
ya da evet duyuyorum sesini;
"sensin garip!" diyorsun... öyle olsun!
bak tik-tak gösteriyor.
masamda oturmuş, anlamını bilmediğim hikayemde, ne istediğimi bilmediğim adımlarımı atarken;
kalktım geldim.
aslında sana uzun uzun yazmak isteği de oluştu içimde. ama o iç yok mu? hep bir devinim halinde. sıçtığımın içi!

ne tükenmezmiş...

tükenmesin mi?
tüketildi...
şimdi yapım aşamasında...
kim bilir, bir gün
belki bir gün
kullanıma hazır hale gelir ha ne dersin?

21 Haziran 2010 Pazartesi

savunma amaçlıydı,

hep demez misin, "kendini koru!" diye?
benim de yapmaya çalıştığımdı.
gerçi şu geçmişe bakınca "koruma" anlamını kavrayamamış olduğumu görüyorum; ama amacım, buydu!
bu canilikse eğer, sonuna kadar arkasındayım eylemimin.
ne yani; mavilik hakkımı elimden alacağını söylüyorsun. sen istediğin kadar engel olabileceğine inandır kendini. bilmiyorsun ki; mavilik her yerde, orada, burada...
o dört duvarın arasında. o buram buram sidik kokularının belki de tam göbeğinde...bir de ben işerim üstüne tam olur, katlanır, çoğalır, sel olur belki! belki senin leşini de alıp götürür, temizlenir evren, ha ne dersin?
yok, hayır, savunma yapmıyorum. ben yine söylüyorum, olsa, yine yaparım, hatta yapacağım...
ne vereceksen ver bekliyorum,
ama dikkatli ol!
ki
alırken, ızdırabım evrenin kalabalık sessizliğini bölmesin. devam etsin O yüce kalabalık sessizlik...
ben insanların sessiz çığlığında, boğulmaya devam edeyim.
sessiz ve acelesiz...

aldım,
sağ ol
var ol
yok yok
en iyisi DEF-OL!

şimdi avuç içim yukarıya bakıyor, sakin bir şekilde parmaklarımı kapatıyorum,
sonra usulca o yüce orta parmağımı kardeşlerinden ayırıyorum
ve
gökyüzüne kaldırıyorum...
gördün mü?
hıh, işte o, senin.

saldım çayıra, kim yakalarsa...


haydi bana eyvallah...

6 Haziran 2010 Pazar

hiçbir şey birikmiyor

eşyalar, o minik ellerle toplanıyor, demir kapının önünde saf tutuyor.
eşyalar bekliyor, biri gelsin de kaldırsın uzak diyarlara götürsün diye.
o biri, tam yoldayken, geri dönüyor. unuttuğunu sandığı, yolculuğuna yoldaş olanı acaba yola sokmalı mı diye düşünüyor.
itiraf ediyor;
düşünmediğini, delicesine istediğini,
uzun zamandır rafın en arkasına sakladığı Tezer güzelliğini nasıl da iyi biliyor...
yaşamın tam da en ucuna yolculuk halinde olduğunu tekrar hatırlatıyor benliğine,
geride bıraktıklarını düşünüyor, sonra gerinin hep ölü olduğunu sırtı titreyerek kendine tekrar hatırlatıyor.

"her anı ölüdür.

şimdi sen de bir ölüsün. her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım sözcüklerime dönmem gerek. sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirim. o caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere..."

başka hiçbir şey istemiyor.
sonu düşünmüyor,
hiçbir şey biriktirmiyor.........

3 Haziran 2010 Perşembe

...daha...

daha...
fotoğrafını çekeceğim milyonlarca güzellik var.
daha fotoğraflayacağım milyonlarca "durum" var. milyonlarca sevinç, acı, hüzün, hayal, coşku, doğum, ölüm, koku...
daha kokusuyla sarhoş olacağım yüzlerce bebek var. bu doğan bebeklerin pek çoğu insan olmadan gidecek buradan; fakat onların kokusunda benim umudum var. onlardan pek azı taşıyacak ruhumu öteye...
 ...
..
.
daha...
okuyacağım binlerce kitap var. milyonlarca sayfa çevirmesi gerekiyor bu parmakların. bulmak için!
bu yangın yerinde, bu yüzeysellikte, bencillikte, ikiyüzlülükte ve bu çağda hep bir sonraki sayfaya itilen insancıllığı, sevmeyi, "iyi"ye hizmet eden bütün kavramları ve doktrinleri bulmak için.
daha...
dinleyeceğim ve bu bedenin son nefesine kadar bir parçası olduğunu bildiğim bir "müzik" var.
daha...
o güzel türkçeyle ağzımı doldura doldura esnete esnete "amuğaa goyumm 'rospu çocuu" diye söveceğim milyonlarca insan olacak. ben söveceğim can baba hayat bulacak, can hayat bulacak ben söveceğim... sövdüğüm insanların daha dün bebek bebek koktuklarını bilerek söveceğim. sövgümle seveceğim onları. her yerde sevgiden bahsedeceğim! son nefesime kadar ama ne anlatırsam anlatayım, ne söylersem söyleyeyim kendimi hep nazım'ı taklit ederken bulacağım. sonra susup sazı ona vereceğim. o da diyecek ki;



...
..
.

daha…
daha…
daha ne yaptın ki yoruldun küçük kız…
daha ne kadar nefes aldın ki batıyor aldıkların…
kendine gel! kendine gel! kendine gel!
bırak şu bencilliğini ve serzenmeni, ağlamanı bırak!
daha neyin ne olduğunu öğreneceğin ve öğreteceğin milyonlarca çocuk var!
daha kök saldıracağın milyonlarca ağaç var!
daha saldıracağın milyonlarca zevk var!
daha açtıracağın milyonlarca çiçek var!
bırak artık uzak durmayı kendine. daha kurtaracağın çok çocuk, okuyacağın çok kitap, dinleyeceğin çok müzik var…
tarafını seç!
bencilliğini tekrarlayacak mısın?
senin iyiliğine muhtaç milyonlarca çocuk varken, hala kendini düşünmeyi bırakmadan ağlayacak mısın?
yoksa bu yangın yerinde! nemli yapraklarıyla nemli topraklardan çiçekler mi doğuracaksın! şu bedenindeki can suyunu onlar için seve seve feda ederek çoğalacak mısın yoksa bencilliğinin içinde boğulacak mısın?
tarafını seç!
kendine gel!

30 Mayıs 2010 Pazar

...ve

iki buçuk yıl sigara ciğerlerden yoksun bırakılabiliyor,
aylarca avuç arasına tombul kadeh ve ince belli uzun bardak alınmadan da durulabiliyor,
aylarca telefon denilen iletişim döngüsünden de kopulabiliyor,
vesaire vesaire....
;
ama
sol, la, si...
O'nu çok özleyebiliyor...
vazgeçtiğini sandığı her şey, döngüsünün içinde yol alıyor da,
dokunmaktan kaçamıyor...
!
sonra,
neden,
kaçmaya çalışıyor ki?


korkularına inat, sarılmaya devam ediyor,
elleri; çok küçük,
yine çaresizce uzatıyor,
başladığı andan itibaren O'na yol alıyor;
ama 00:44 geldi mi, O'nun dibinde bitiyor...
istenmeyen olmuyor, 
sadece dokunuyor...
ve....



.....................
photo: mavi kuş

29 Mayıs 2010 Cumartesi

sessiz ve acelesiz



bahçede ıhlamur
masamda incir rakısı

28 Mayıs 2010 Cuma

safra

                 ne zaman anlayacağım!

                 geliyorum buraya, görüyorum. öykü'yü bildim bileli 
      midesinde bir yanma...

                                               safra!

                 kötünün safrası, kendini üstün hissetme ve rahatlama 
      seansları küçük insanların. insanlar,
                          korktuğu için saldıran
                                            aldatan
                                                   kör olmuş
                                                            insanlar...
                                                küçük "büyük insanlar"

                   bu safrayı tam da bu safraya kusman gerekiyor. bunu 
       görmediğin süre boyunca olamazsın kendine "dost"
   olamazsın kendine yakın.

                   bırakılması zorlaşır sigaraların,
                                     kendine-dost-olamazsan
                                                   küçük bir oyundur yaşamın.

27 Mayıs 2010 Perşembe

eternity

hakim olan grilik içine çekiyor, istemsizce yol veriyorum ayaklarıma. gökyüzüne kaldırdığım ağır başımı, önümde duran maviliğe bodoslama sokmak istiyorum. bulanmaktan yorgun düşen mideyi söküp çıkartmak istiyorum. dinlediğim müziği, artık dinlemek istemiyorum. eve gidip, bilgisayar denilen zımbırtının içindeki müzik klasörünü iki dokunuşla boşluğa sallamak istiyorum. evet bunu istiyorum. ellerimle oluşturduğum, çivisini çaktığım kütüphanedeki tüm kitapları alıp; o hep içinde kaybolduğum maviliğe hediye etmek istiyorum. kitapları diyorum, güneşte, denizin sonunda mavi bir duman gibi gözümde tüten sana vermek istiyorum. boşluğa sallanan melodilerle, suya hediye edilen kitaplarla, içinde kaldığım boşluk hissi, dolsun istiyorum.
sonra da, toprağın altına serilmek istiyorum.

25 Mayıs 2010 Salı

bulantı

 ...

öğrenilen bir şey mi dedin.
ne dedin,
sen nesin,
sen kimsin,
ben mi dedin,
ne dedin,
ben neyim,
ben kimim...
sıçtığımın yürüyüş yolu.

bir ördek yakala da çevirelim ateşte..
hatta ateş de çevirsin şu suretleri,
belki aklanırız ha ne dersin.
yanarken çekilen ızdırabın sancısı, söner mi dersin?
denemek mi dedin..
tamam, deneyelim.
hani ördek nerde,
hani nerde ördek,
...
..
.

bir an gelir, tavan yaparsın sen bile hayrete düşersin,
bir an gelir, tabana yapışırsın yine hayrete düşersin...
ortası yok mu laa bunun, dersin.
ortanın olmasını istemediğini bildiğin halde, soru sormayı çok seversin..
hala yorulmadın mı?

gel artık...



[affına sığındım, kızmazsın değil mi?]

bir nefeslik hava


...yurt bilgisi dersiyle kimya dersi arasında bir teneffüssün sevgili...


23 Mayıs 2010 Pazar

radyoloji


503 gün sonra hastaneye ilk defa adım atmış olmak,
önce el, ayak, sırt titremesi,
sonra durumu kanıksamaya çalışmak,
"hiç olmazsa farklı sebepten geldin öykü, bir rahat durur musun?" iç sesleriyle bünyeyi oyalamak,
radyoloji koridorunda iki ileri bir geri ya da bir ileri iki geri oyunları oynamak,
yine radyoloji koridorunda, sonuç ellerimin arasında dururken, arka pencerede dağ manzarasına doğru uzanmak,
"içim sıkılınca buraya da gelebilirim" diyerek, sırtımı iyice yaslamak,
kulağa da library tapes göndermek...

hastanenin, radyoloji koridoru hiç bu kadar çekici gelmemişti, analizi yapmaya mecbur olmak...

arka pencere, ağaçlar, dağlar, library tapes, bank, radyoloji sonucu, bir türlü rahat vermeyen düşünce bulutları, hayaller, tebessümler, kanamalar...
bu sefer öykü eksik kalsın olur mu?
yoruldu................

19 Mayıs 2010 Çarşamba

herc ü merc

önünde kuyruk,
arkanda kuyruk,
sağın, solun hepten bozuk...
en iyisi, kendi kuyruğunla boğulmak mı olur?



15 Mayıs 2010 Cumartesi

muhayyel

akdeniz çocuğuyuz ya,
akdeniz yürüyüş atlasını atmışım çantama. içinde bulunan durakların bir kısmında adımlamış olmanın verdiği huzuru hissettim biraz önce, atlası tekrar elime aldığımda.
ciddi bir yoğunluğun tam ortasındayım, "beynim ağrıyor" ne demek bilmiyorum; ama "beynim ağrıyor" demek istiyorum. konuyu yine dallandırdım, bu huy ne zaman kuruyacak bilemedim ki?
neyse,

gelidonya diyorum.
uyku tulumunu alsam, fenerin yanı başında bir çardak vardı hıh işte oraya serilsem ikiseksen, önümdeki tabloya bıraksam kendimi, kulağımdan da library tapes aksa...
ya da tek ben değil de, biz yapsak...

güneş askıda kalmaktan yorgun düşse, elini kolunu sallayarak denize kıpkırmızı bir armağan verse, ardından fener lambası ile yakamoz dans etmeye başlasa...

öyle şeyler işte...


13 Mayıs 2010 Perşembe

baş(sız) da olabilir başlık(sız) da

içtiğim şarabın soğukluğu 
içimi yakıyor...
sözcükler bedene batmaktan yorgun düşmüş, öyle ses veriyor...

ama yine de diyorum ki;
gazete sayfaları hep aynı, politika sayfası,
akşam, beni bekleyen sadece kapım oluyor,
bir nihavend olan yalnızlık, etrafı sarmış, kol geziyor...
sonucunda da, her şey "boşuna" oluyor...

bu sıkıntı hali diyorum,
neden s....r olup gitmiyor?

(boşluğu ne de güzel doldurdun değil mi? su gibi aktı kelime, zihninden ya da dudaklarının arasından).

6 Mayıs 2010 Perşembe

çekilen iç

...

4 Mayıs 2010 Salı

kayboluş

yazılanların hiçbir önemi yoktu ki, burada asılı kalmasına da gerek yoktu...
sadece dinle...

kayboluş içinde, benliğini kanatan tüm arkadaşlara selam olsun!!!

3 Mayıs 2010 Pazartesi

...

yalnız kalmaktan daha kötü şeyler de vardır hayatta,
ama
genellikle bir ömür alır bunun farkına varmak,
o zaman da
çok geçtir
ve
çok geçten daha kötü bir şey yoktur hayatta...

Charles Bukowski


22 Nisan 2010 Perşembe

diyorum ki...

tüm ağırlığı ile sırtını yorgun bedenime yaslamış bir buğu var... karşımda da durmuyor içime de sızmıyor...ama tüm ağırlığını nasıl hissettiriyor anlam veremiyorum.
vazgeçişlerle, kaybedişlerle, benden habersiz alınan kararlarla hikayemin yolunda adımlamaya çalıştığım koca bir yokuşun daha en başındayım.
buğu diyorum; kalkmıyor.
düşüyorum...
üşüyorum...

18 Nisan 2010 Pazar

doğumun nice olsun




27 yıl önce bugün, toprağa ayak basmanın ağırlığı ile "merhaba" demiştin.
52 gün önce, adımlamanın senin işin olmadığını düşündün, kurdun kafanda, konuştun O'nunla, duydu seni...
şimdi tutamıyorum ki ben seni, çekip çıkartmak isteyişlerim engelleniyor işte. 
okuduğum bir tümceyi paylaşmak için elim telefona gidiyor, çeviriyorum numarayı, "aradığınız kişiye ulaşılamıyor." diyor bir hatun sesi.
hiçbir zaman ulaşamayacağımı haykırıyor resmen esrik nefesime. 

paylaşılmıyor canım dostum, sensizlik paylaşılmıyor. 
badem ağaçları, döküyor teker teker çiçeklerini toprağının üzerine. 
kaldırmak için eğiliyorum, kalkamıyorum. 
merak etme, yolumuza devam ediyorum, çocukları büyütmeye, nemli topraklardan nemli yapraklarıyla çiçekler açtırmaya devam ediyorum, güneş'i doğuruyorum yine her sabah yaptığımız gibi, güneş batıyor beni beklemeden her zaman oynadığı oyun gibi...
dinliyorum, susuyorum...ama okuyamıyorum. 
okuyamıyorum, okuyunca paylaşmak istiyorum. paylaşmak isteyince kapalı kapıya çarpıyorum. 
bu çarpış ki; ağır geliyor küçük hikayemin varoluşuna. 
okuyamıyorum; ama okutuyorum. merak etme.

18 nisanları geçtim, doğumun nice olsun yoldaşım...
52 gün önce doğumunla yer edindin sen, olmak istediğin yerdesin. biliyorum...

sakın kızma bana, bencilliğimden biliyorum; ama...
seni çok özlüyorum...

17 Nisan 2010 Cumartesi

duyuyor musun?

"bitti" kelimesinin en başından başlıyorum şimdi.
13 yaşında, gözlerini tüm içtenliği ile gözlerime dikmiş bir yürek var karşımda. susarak konuşmamızı sürdürüyoruz. sessizliği o bozuyor, gözlerinden tuzunu akıtarak. diyor ki; "saymayın, lütfen saymayın...ilk önce benim için, sonra kendiniz için...lütfen durun, son verin bu çıkmaz yokuşta yol almaya...verin elinizi, ben yanınızdayım!"
ikimiz de akıyoruz, akıtıyoruz...
tuzlar karışırken bedenlerimizde, belki de toprağınla buluşuyoruz!
kim bilir?
belki de duyuyorsun?

4 Nisan 2010 Pazar

[

"kapı çalınacak








babam,








gelecek..."

9 Mart 2010 Salı

kuruyan tuz

yıllardır anlatmaya çalıştıklarını,
sonsuz gidişinle anlamıştı; gözünden, ruhundan tuzlar akıtan kadın...

toprağının üzerinde serin gölgesi var badem ağacının,
açmış çiçeklerini, raks ediyor sonsuzluğunla..
tutmuyorsun ellerimden, çekmiyorsun eşsiz maviliğine...
"güneşte, denizin sonunda
mavi bir duman gibi
gözümde tütüyorsun..."
uzanıyorum,
tutamıyorum...

25 Şubat 2010 Perşembe

sen hangi renkte kaybolmak istedin?

günlerdir düşünen, üzülen, gözleri dalıp giden; ama yine de nefes alabilen ve yürümeye devam eden mavi var işte karşında...

mavi'nin en yakın arkadaşı olan renk, özünden bıkıp, kaybolmaya adamış kendini.
mavi'yi bırakarak,
kendisini bırakmaya çalışarak...

rengim solmaya yakın duruyor gökyüzünde, denizde, pencere kenarında, bank üstünde...
yeniden canlanır bilirim; hani, kapı çalınsa da yüzü gülse mavi'nin be Bay c.
sen, 
kaçmaya çalışan, kaçabileceğini düşünen; ama her seferinde yine o ağır başınla karşı karşıya kalan değil misin?
sen,
gülebilensin,
sen,
gülmelisin...
istersen gel değiştir rengini, hani mavi kalsın yerinde de,
gel sen değiştir rengini!
yeni bir renkte kaybolmaya çalış istersen; ama böyle çekip gitme...
öyle....

17 Şubat 2010 Çarşamba

...

rengarenk seçeneğin içinden, o da 'mavi' olanını istedi. 
annesi, çocuğun kararsızlığı karşısında büyük bir sabır gösteriyordu. çocuk da, sabrı zorlamak istermişcesine, bir değil iki değil üç adet çubuk şeker istiyordu.
kırmızı da olsun, mavi de olsun, yeşil de olsun cümlecikleri çocuğun o küçük dünyasında büyük bir kararsızlık yumağına dönüşüyordu.
en sonunda, mavi kaplı çubuk şekeri seçip, annesinin elinden sabırsızca almayı bekledi.

şuursuzca izlediğim bu iki kişinin sohbeti, içinde bulunduğum siyahlığın tonunu koyulaştırmaya yetmişti.
keşke, o çocuğun çubuk şekeri seçimi kadar zor olsaydı her şey...
keşke o kadar olsaydı.......
ne olurdu, sonucunda mutlaka bir çubuk şekerim olurdu, ha mavi ha kırmızı ha yeşil. ama çubuk şekerim olurdu.
önümde seçebileceğim bir çubuk şekerim bile yok!

12 Şubat 2010 Cuma

öyle

yalnızım, derken buldum kendimi o televizyon kanalında...
tıpkı geçen gün senin dediğin gibi.
sonra; takıldım kaldım, önceden sana söylediğim gibi.
daha daha, derken; sarmaşık gülleri ile karışmış kalmışım...
ama neyi fark ettim biliyor musun?
o şarkıları söylerken, sadece ve sadece boşluğa söylediğimi...
his yoktu, korktum!
"hani kuşlar ağaçlar, binbir renkli çiçekler, nasıl yakalamıştık, saçlarından baharı..." dedi sadece dudaklarım.
kalbim konuşmuyordu.
sanırım, öyküm için farklı bir gelişmeydi bu!
bilmem ki?
hoş bir seda ile sonlandırdım programı. dinlenilen şarkılardan aklımda kalan tek şey;
"ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım." oldu.

öyle...

7 Şubat 2010 Pazar

.

toplantı öncesi, sadece seslenmek istedim...
kasvetli bir antalya hakim..
ama yine de güzel her şey, evet çok güzel. yağmur da yağıyor, toplantı da başlıyor...
geri gelmek üzere gidiyorum...

6 Şubat 2010 Cumartesi

le battement d'ailes du papillon (2000)


dünya'yı değiştirmeyen bir davranış bulamazsın, en önemsizinden bile olsa.
her detay, her hareket ne kadar küçük olursa olsun, sonsuz olaylara sebep olabilir ve bu sebeple sonsuz bir yankısı ve muhteşem etkileri olur.
okyanus suyunu yükseltmen için yalnızca işemen yeterlidir...

....

4 yıldır, ofise gelirken -farklı güzergahlardan gelsem de-
daim olan bir yolum var...
ofise 5 dakika mesafede, eski bir ev var. dar bir sokak kenarında.
insanın içini ısıtan cinsinden küçük bir ev...
o evin içinden, pencerenin önünden, ismini bilmediğim bir adam gülümser her sabah bana...
o pencerenin önünden her geçişimde, içimden o'na "günaydın" gönderiririm...
kaçırsak da birbirimizden gözlerimizi, 4 yıldır böyle sessiz sedasız merhabalaşırız, suskun arkadaşımla...
o pencerenin kenarında, sabahın sekiz yirmisinde sanki hep beni bekler bir hali vardır suskun arkadaşımın.
ara ara da olsa düşünürdüm; "acaba bir sabah görmezsem ne olur?" diye.
cevabını bugün yapıştırdım bünyeye...
acaba, ne oldu?

5 Şubat 2010 Cuma

..

her işi, anında yapmak zorunda değilim.
yeter artık.
ilk defa, haykırmak istiyorum.
ve ilk defa sanal günlüğüm, sana mide bulandırıcı bir biçimde iç döküyorum.
her işi, anında yapmak zorunda değilim. eyvallah, alında enayi yazıyor olabilir de, bu kadar değil ama, bu kadar olmamalı..
bu ne şimdi?
karışık her şey...çok karışık...bunu yazmamış kabul etmek, hatta hiç göndermemek isterdim; ama delicesine seni sanal aleme yollayasım var. yollayayım ki, dönüp okursam birgün seni, ne kadar ezildiğini gör insanlar tarafından.
yeter diyerek sızlanmayı da bırak.
bunu sen istiyorsun...

3 Şubat 2010 Çarşamba

yansıma



her bir dokunuş öncesi, ışığı yakalayabileceğini düşlüyorsun,
ışığın, içinde gizli olduğunu hiçe sayarak...

ama biliyorsun ki;
her gerçek eninde sonunda bir yansıma!

1 Şubat 2010 Pazartesi

eksik kalan hikaye


hafif esintinin yardım ettiği perdeler, evimi renklendiriyor,
açık olan pencereden, vücudumu aşağıya sarkıtıyorum,
bu aşağılık duruşuyla, şekil değiştiren evren, selamlıyor beni, selamlıyorum evreni...
hafif baş dönmesiyle kendime gelmeye çalışıyorum, radyodaki sese kulak veriyorum.
"hayır" demeyi hep istemekle, hiç "hayır" diyememek arasında çeviriyorum hikayeyi...
geçirilen bir çocukluk açlığı ile radyonun içine giriyorum.
şimdi tüm tınılar ellerimin arasındayken, kemanımın telleri titremeye başlıyor.
O'nun da dediği gibi; dökülüyor nâmeler!
boşluğa yuvarlanıp, boşlukta sallanıp, boşlukta yürüyüp, boşlukta koşup, şekilsiz biçimde, özünde dökülüyor nâmeler...
bugün izlediğim bir filmin karesinde "fazlaca belirsizlik ve detay var!" diyordu Jeanne. bu tümce geçiyor beynimin içinden, beynimi eze eze!
bu belirsizliklerin içinde, olmak zorunda kaldığım detayın içinde, adeta nefes alamadığımı düşünüp acıyorum kendime.
sonra tekrar kemana sığınıyorum ve parmaklarım koparcasına, telleriyle sevişiyorum.
yok yok, bu böyle olmayacak...
işte hep söylediğim gibi, bu benim suçum değil!
o belirsizliklerin ve o fazlaca olan detayların içinde, ben de karışıyorum.
konudan konuya atlamalarım, saçmalamalarım, yuvarlanmalarım, sonra durup nefes almak istemelerim hep bu yüzden...
tutturamıyorum sevgili, tutunmak istemeyiş de yardım ediyor bu herc ü merc'e...
sonra birden, o hafif olan esinti de terk ediyor perdelerimi, evimi...
karşımda hırçın dalgalarıyla deniz, adeta önümde eğiliyor.
işte yine o radyodaki melodi, kaçıncı defa dönüyor hatırlamıyorum...
denizin önümde eğilişi, radyonun arsız tekrarı, kemanla olan sevişme açlığı, hafif esintinin terk'i...
akıtıyor işte, tuzu akıtıyor...
geri çekiliyor deniz, radyo tükeniyor, hafif esintinin gidişi kanıksanıyor, sevişmekten yorgun düşülüyor...
kemençe de susuyor, kanun da küsüyor, keman da alıp başını gidiyor...
ne mi kalıyor?
eksik bir öykü sadece...
ya da sadece bir öykü...
bir öykü...


30 Ocak 2010 Cumartesi

dökülen iç

şimdi sen, gecenin sessizliğinde camıma dokunuyormuşsun ya,
ben de, savunmasız ve sabırsız seni bekliyormuşum ya,
dökülen yaşlarımla eşdeğer, yan yana adım atıyormuşsun ya,
"kal" demek ne kadar imkansızsa,
"git" demek de o kadar zorluyormuş sonsuz hikayemi...


28 Ocak 2010 Perşembe

nefes aldığı sanılan bardak

sola doğru kıvrılmış, akışa geçmişti işte varlığım.
önce sola, sonra sağa hatta tekrar sola bakmam öğretilmemiş miydi on yıllar önce!

neden bilmiyorum; ne sola bakmıştım ne de sağa! sadece maviye odaktı gözlerim, yüreğim...


özlemek, neydi, inan artık hatırlamıyorum, hatırlayamıyordum...

belki de bilinçli bir dışavurumdu benimkisi!

özledikçe, kaybedişler;
kaybettikçe özlemler çoğalıyordu.

ben bırakmıştım özlemeleri,
kaybedişler bırakmıştı beni.
bu yeni oyunda herkes rolünü benimsemiş, yalandan da olsa adımlıyordu, adımlamaya çalışıyordu...

küçük zihnimden bu düşünceler akarken,
girdiğim ara sokakta bir araba sahibi paralel park yapmaya çalışıyordu.
sığınmak isteyişi içimi burktu. o dar sokakta bulduğu minik delik, o'nun kök salmak isteyeceği koca bir evrendi oysa ki!

kendini o iki araba arasına sabırsızca yaslamak isteyişi nedendir bilinmez içimi daralttı.
yalnızlık kokusu etrafımda kol geziyordu.

sanırım gerçeklik sandığım bu düşünceler ağır gelmişti minik zihnime.
sonra,
toparladım kendimi.

ara sokaktan sıyrılırken, kadim dostum sahafım ve içeriye nefes veren İlhami abi'ye selam eyledim.
yol verdiler bana, ben de sana geldim.


işte asıl gerçeklik sendin.

tüm gerçekliğinle sermiştin, sunmuştun kendini bana.

derin bir iç çekiş hatırlıyorum.

sonra,

sonrası...



geldi sıcacık çayım.
biliyor musun?
iki çay istedim.

evet, garip değil mi?

iki çay geldi.
nefes aldığı sanılan bardaktı bir tanesi, oysa ki halâ nefessizdi...
bir bardak; iki küp şekerle, bir bardak da tek küp şekerle bütünleşti.
soysuz çay kaşığı yedi bitirdi şekerleri...

evet, artık hazırdı.

masa da, deniz de, çay da, gökyüzü de, yağmur da, şehrin yavaş yavaş nefes almaya başlayan ışıkları da...
bir ben hazır değildim.

bir de sen!

ben kendi kaybolmuşluğumda boğulurken;
sen, kaybolmuşluğunda iyice "karanlık" diye haykırıyo
rdun!
benim umudum vardı.

sen susuyordun.

ben uzaklara dalıyordum; ama hiçbir şey düşünmüyordum, gidiyordum, gelemiyordum;

sen ise; gitmiyordun, gidemiyordun...

kulağımdan kaçıncı kez akıyordu bu fransızca şarkı.

bilmiyordum.

yakacaktım bir sigara...

kabul ettim sonunda; evet bunu seviyordum!


26.01.2010
17:42


.................................................

photo(s): mavi kuş

28 ocak 1972

kaç yıl önce gittim oraya bilmiyorum,
sırf seni bulmak için gittiğim hatrımda, o kadar...

üniversitenin koridorunda yere serilmiştim,
"ıssızlığın ortası"ında kaybolurken, dünyasında adımlamaya çalışırken,
yüce insan Eroğlu tanıttı seni bana.

"git öykü, oku, hisset, dokun, aç gözlerini..."

koridordan kalkıp, İlhami abiye adımladığımı hatırlıyorum.
o büyülü dükkanın içine girip, "İlhami abi, beni bırak, o kitabı bulmalıyım, ne olursa olsun bulmalıyım" dediğimi anımsıyorum sadece.

uzun araştırmalar sonucunda, -rafların arasında kaybolmak gibisi yoktur- o gün seni arayışım gibi mutlu olduğumu hiç hatırlamıyorum. hele üç buçuk saatin sonunda "buldum!" diyerek haykırdığımı ve sahafı ayağa kaldırdığımı hele hiç unutamam.
ellerimin arasında gezindiğin dakikalar halâ aklımda, aklıma kazınmış durumda.
hani, hep küçük küçücük şeylerden mutlu olurum da, o mutluluğumu ben bile o güne kadar görmemiştim.

tetikleyici bir görevin var hayatımda.
sorma; "adımların nasıl?" diye. çoğu zaman adımlamaya da gücüm olmuyor zira.
ama dedim ya; vazgeçilmezimsin, ışıksın çoğu zaman.
hepimiz Drogo olduğumuz için yadırgamıyoruz seni.
yoldan çıkartmaya çalış istersen; lakin silkinemiyoruz, kendimize gelemiyoruz,
bu atalet halini kanıksamış devam ediyoruz.
biz kabul ettik; bunu seviyoruz...

her zaman birileri uzaktaydı.
bunu fark ettiğinde içindeki hüznü hissettirdin bana.
sen acı çektiğinde, o acı sadece sana ait oluyordu.
gelecek olan hiç kimse, o acıyı dindirecek güce sahip değildi.




kaleminden dökülenler için çok şey borçluyum sana yüce insan.

25 Ocak 2010 Pazartesi

soyut

gördüklerinden, duyduklarından, iliklerine kadar işleyen kokulardan ibaret sanıyordun...

oysa;
varlığı gözle görülemeyen, madde hali olmayan, sadece ama sadece düşüncede var olduğu kabul edilen bir soyuttun.
bir öyküydün sadece,
hepsi bu!

zira

farkındayım,
hiç olmadığım kadar yapmadıklarımın, yapamadıklarımın farkındayım.
iç dökme akışkanlığını bir süreliğine rafa kaldırdım, zira dökülecek bir iç kalmadı...
yorgunluk, akabinde hastalık, akabinde inadına uykusuzluk ve....
evet, ihtiyacım var; ama neye?
4 güne mi?
aslında 4 gün değil ki benim derdim arkadaş!
4 gün değil...
gidiyorum,
bilmem belki gelirim...
gelmeyi çok istiyorum zira...

19 Ocak 2010 Salı

19 Ocak 2007


-sana bir söz eyleyeceğim Abidin!
-?

-yüce ayaklarım özünden kopmuştu,
göğe bakıyordu, hem de delik deşik benliği ile!

veriyordum nefes;

alıyordum nefes;
veriyordum nefes;

alamadım nefes...

almam gereksizdi zira!

dedim ya Abidin; ayaklarım, ayaklarım delik deşik benliği ile selamlıyordu alemi...

15 Ocak 2010 Cuma

umudummuş-sun

aranızda dağlar yollar yıllar var iken,
seni o'na sımsıkı sarılı görenler olmuş..

ama artık düşünüyorsun da; o da kaybetmiş gözlerini, senin de kayboluşuna sebep olmuş...
umuduymuş sevdasına, yarınlarına...

gizilliği seziliyormuş sevgilinin,
geçmişsin başka nefesleri,

en çok da hikayen tarafından seziliyormuş gizilliği!

batıyormuş be sevgili, kanatıyormuş, deliyormuş da geçemiyormuş orada saklı kalıyormuş...

bu böyle olmazdı, olamazdı; derken,
bakmışsın ki, çoktan yoldan çıkmışsın.

ne geri dönmeyi istiyorsun ne de yolunu görebiliyorsun artık.
tüketmişken tüm gülüşlerini, nasıl vereceksin hesabı şimdi öyküne?
sormamalısın biliyorsun; ama
öyküne sağınmışlığınla selamlıyorsun alemi...
kabul et; bunu sevmiyorsun!

maazallah

günaydın sevgili günlük;

evet, evet biliyorsun, sen de emin değilsin ne olduğundan!
inan şaşkınım,
o neydi öyle yahu (:
lokma lokma oturdu bir yerlerime, evet kabul et, sen de anlamadın; ama dedim ya, sanırım bir rüyaydı, bitti; diyeceğim de, sabah sabah gözümü açıp, sersem sersem sırıtmalarıma ne demeli.
yok yok, bir şey yok (:
yalnızlık eyidir, yalnızlık güzeldir; evet evet yalnızlık yahşidir.
karıştırmayalım mideyi,
bozmayalım yolları,
bak kış uzundur, kaldıramaz bünye maazallah (:

12 Ocak 2010 Salı

la la laaa

beyoğlu'nda gezersin, gözlerini süzersin aaaaa
sevdiceğim yavrucağım niçin niçin beni üzersin...

gerçekten anlamını bilemediğim bir noktadayım, çözümsüzdür, kaybolmuştur, hükümsüzdür
bir de!

doldu doldu benim zamanım,
doldu (:

11 Ocak 2010 Pazartesi

?

gözlerim 'uyku' diye kıvranırken;
ellerim 'kitap' diyordu..
uzandım rafa; ama elim ve gözüm senkronize bir şekilde arkada sıkışmış 11 yıllık kadim dostum deftere uzandı.
dokundum, uzun zamandır dokunmadığımı anımsadım.
kokladım sararmış yapraklarını,
şeritler geçti...küçük küçük karecikler gözlerimin önünden.

an'lık iç dökmelerimi bazen karaladığım; ama en can dostumdu kendisi.

uzun zamandır baskı uygulamamıştım kendisine, özgür bırakmıştım.

rastgele bir sayfa açmak istedim, beni acaba hangi yıla götürecekti merak içinde bekliyordum.
gözlerimi kapattım,
derin bir nefesin ardından açtım sayfayı akabinde yorgun gözlerimi.

7 haziran 2007

karaladığım kelimeleri görür görmez içim titredi.
hiç kimse hissetmiyorsa, babam hissederdi içimdekileri!
7 haziran 2007 günü yaşadığım çok talihsiz bir olay sonrası, kimsenin haberi yokken -ki ben bile olayı kavramaya çalışırken- babam beni aramıştı ve demişti ki:
"sesini duymak istedim ve her zorluğun arkasında mutlaka bir kolaylık vardır demek istedim canım kızım. haydi iyi çalışmalar sana." deyip telefonu kapatmıştı.

sonrasını hatırlamıyorum.
hatırlayamıyorum.
evet, hatırlamak istemiyorum.
..
hayat, bize sunuyor isteyip de istemediklerimizi,
baktığımız pencere mi önemli acaba?
düşünüyorum bazen!

bazen de bakmak istemiyorum, evet istemiyorum.
ama ya bakmak zorunda oluşlarımızı göz önüne alırsak,
bu zorundalıklara dur diyebilecek gücün olduğu sürece, ayakta kalabiliyorsun.
ayakta kalmaktan anladığın ne ise artık!!!
.

10 Ocak 2010 Pazar

miş

paylaşılmak istenilen güzellikler,
içinde saklı kalmak zorunda bırakılınca,
kusmak istemiyor musun?
ben istemiyorum,
kusuyorum.
içinin kıpırtısına bırakmak varken akışını;
neden duruyorsun?
cebindeki yalnızlığının ağırlığını, atabileceğin umudunu taşımaktan mı yorgun düştün?
kendi dostluğundan mı sıkıldın yoksa?
kendi sesini bile kaldıramayacağın gerçeği mi batıyor yoksa ruhuna?
di'li miş'li geçmiş zamanların sorunlarını, omuzlarında taşıma döngüsü mü sıkıştırıyor yoksa hikayeni?
dokunmak istediğin hiçbir şeye dokunamamak mı öldürüyor yoksa benliğini?
yoksa, sevdiğinin uzakta uyumakta olduğu hayali mi yeşertiyor, kendin tarafından öldürülen benliğini?
kabul et; bunu seviyorsun!