30 Ocak 2010 Cumartesi

dökülen iç

şimdi sen, gecenin sessizliğinde camıma dokunuyormuşsun ya,
ben de, savunmasız ve sabırsız seni bekliyormuşum ya,
dökülen yaşlarımla eşdeğer, yan yana adım atıyormuşsun ya,
"kal" demek ne kadar imkansızsa,
"git" demek de o kadar zorluyormuş sonsuz hikayemi...


28 Ocak 2010 Perşembe

nefes aldığı sanılan bardak

sola doğru kıvrılmış, akışa geçmişti işte varlığım.
önce sola, sonra sağa hatta tekrar sola bakmam öğretilmemiş miydi on yıllar önce!

neden bilmiyorum; ne sola bakmıştım ne de sağa! sadece maviye odaktı gözlerim, yüreğim...


özlemek, neydi, inan artık hatırlamıyorum, hatırlayamıyordum...

belki de bilinçli bir dışavurumdu benimkisi!

özledikçe, kaybedişler;
kaybettikçe özlemler çoğalıyordu.

ben bırakmıştım özlemeleri,
kaybedişler bırakmıştı beni.
bu yeni oyunda herkes rolünü benimsemiş, yalandan da olsa adımlıyordu, adımlamaya çalışıyordu...

küçük zihnimden bu düşünceler akarken,
girdiğim ara sokakta bir araba sahibi paralel park yapmaya çalışıyordu.
sığınmak isteyişi içimi burktu. o dar sokakta bulduğu minik delik, o'nun kök salmak isteyeceği koca bir evrendi oysa ki!

kendini o iki araba arasına sabırsızca yaslamak isteyişi nedendir bilinmez içimi daralttı.
yalnızlık kokusu etrafımda kol geziyordu.

sanırım gerçeklik sandığım bu düşünceler ağır gelmişti minik zihnime.
sonra,
toparladım kendimi.

ara sokaktan sıyrılırken, kadim dostum sahafım ve içeriye nefes veren İlhami abi'ye selam eyledim.
yol verdiler bana, ben de sana geldim.


işte asıl gerçeklik sendin.

tüm gerçekliğinle sermiştin, sunmuştun kendini bana.

derin bir iç çekiş hatırlıyorum.

sonra,

sonrası...



geldi sıcacık çayım.
biliyor musun?
iki çay istedim.

evet, garip değil mi?

iki çay geldi.
nefes aldığı sanılan bardaktı bir tanesi, oysa ki halâ nefessizdi...
bir bardak; iki küp şekerle, bir bardak da tek küp şekerle bütünleşti.
soysuz çay kaşığı yedi bitirdi şekerleri...

evet, artık hazırdı.

masa da, deniz de, çay da, gökyüzü de, yağmur da, şehrin yavaş yavaş nefes almaya başlayan ışıkları da...
bir ben hazır değildim.

bir de sen!

ben kendi kaybolmuşluğumda boğulurken;
sen, kaybolmuşluğunda iyice "karanlık" diye haykırıyo
rdun!
benim umudum vardı.

sen susuyordun.

ben uzaklara dalıyordum; ama hiçbir şey düşünmüyordum, gidiyordum, gelemiyordum;

sen ise; gitmiyordun, gidemiyordun...

kulağımdan kaçıncı kez akıyordu bu fransızca şarkı.

bilmiyordum.

yakacaktım bir sigara...

kabul ettim sonunda; evet bunu seviyordum!


26.01.2010
17:42


.................................................

photo(s): mavi kuş

28 ocak 1972

kaç yıl önce gittim oraya bilmiyorum,
sırf seni bulmak için gittiğim hatrımda, o kadar...

üniversitenin koridorunda yere serilmiştim,
"ıssızlığın ortası"ında kaybolurken, dünyasında adımlamaya çalışırken,
yüce insan Eroğlu tanıttı seni bana.

"git öykü, oku, hisset, dokun, aç gözlerini..."

koridordan kalkıp, İlhami abiye adımladığımı hatırlıyorum.
o büyülü dükkanın içine girip, "İlhami abi, beni bırak, o kitabı bulmalıyım, ne olursa olsun bulmalıyım" dediğimi anımsıyorum sadece.

uzun araştırmalar sonucunda, -rafların arasında kaybolmak gibisi yoktur- o gün seni arayışım gibi mutlu olduğumu hiç hatırlamıyorum. hele üç buçuk saatin sonunda "buldum!" diyerek haykırdığımı ve sahafı ayağa kaldırdığımı hele hiç unutamam.
ellerimin arasında gezindiğin dakikalar halâ aklımda, aklıma kazınmış durumda.
hani, hep küçük küçücük şeylerden mutlu olurum da, o mutluluğumu ben bile o güne kadar görmemiştim.

tetikleyici bir görevin var hayatımda.
sorma; "adımların nasıl?" diye. çoğu zaman adımlamaya da gücüm olmuyor zira.
ama dedim ya; vazgeçilmezimsin, ışıksın çoğu zaman.
hepimiz Drogo olduğumuz için yadırgamıyoruz seni.
yoldan çıkartmaya çalış istersen; lakin silkinemiyoruz, kendimize gelemiyoruz,
bu atalet halini kanıksamış devam ediyoruz.
biz kabul ettik; bunu seviyoruz...

her zaman birileri uzaktaydı.
bunu fark ettiğinde içindeki hüznü hissettirdin bana.
sen acı çektiğinde, o acı sadece sana ait oluyordu.
gelecek olan hiç kimse, o acıyı dindirecek güce sahip değildi.




kaleminden dökülenler için çok şey borçluyum sana yüce insan.

25 Ocak 2010 Pazartesi

soyut

gördüklerinden, duyduklarından, iliklerine kadar işleyen kokulardan ibaret sanıyordun...

oysa;
varlığı gözle görülemeyen, madde hali olmayan, sadece ama sadece düşüncede var olduğu kabul edilen bir soyuttun.
bir öyküydün sadece,
hepsi bu!

zira

farkındayım,
hiç olmadığım kadar yapmadıklarımın, yapamadıklarımın farkındayım.
iç dökme akışkanlığını bir süreliğine rafa kaldırdım, zira dökülecek bir iç kalmadı...
yorgunluk, akabinde hastalık, akabinde inadına uykusuzluk ve....
evet, ihtiyacım var; ama neye?
4 güne mi?
aslında 4 gün değil ki benim derdim arkadaş!
4 gün değil...
gidiyorum,
bilmem belki gelirim...
gelmeyi çok istiyorum zira...

19 Ocak 2010 Salı

19 Ocak 2007


-sana bir söz eyleyeceğim Abidin!
-?

-yüce ayaklarım özünden kopmuştu,
göğe bakıyordu, hem de delik deşik benliği ile!

veriyordum nefes;

alıyordum nefes;
veriyordum nefes;

alamadım nefes...

almam gereksizdi zira!

dedim ya Abidin; ayaklarım, ayaklarım delik deşik benliği ile selamlıyordu alemi...

15 Ocak 2010 Cuma

umudummuş-sun

aranızda dağlar yollar yıllar var iken,
seni o'na sımsıkı sarılı görenler olmuş..

ama artık düşünüyorsun da; o da kaybetmiş gözlerini, senin de kayboluşuna sebep olmuş...
umuduymuş sevdasına, yarınlarına...

gizilliği seziliyormuş sevgilinin,
geçmişsin başka nefesleri,

en çok da hikayen tarafından seziliyormuş gizilliği!

batıyormuş be sevgili, kanatıyormuş, deliyormuş da geçemiyormuş orada saklı kalıyormuş...

bu böyle olmazdı, olamazdı; derken,
bakmışsın ki, çoktan yoldan çıkmışsın.

ne geri dönmeyi istiyorsun ne de yolunu görebiliyorsun artık.
tüketmişken tüm gülüşlerini, nasıl vereceksin hesabı şimdi öyküne?
sormamalısın biliyorsun; ama
öyküne sağınmışlığınla selamlıyorsun alemi...
kabul et; bunu sevmiyorsun!

maazallah

günaydın sevgili günlük;

evet, evet biliyorsun, sen de emin değilsin ne olduğundan!
inan şaşkınım,
o neydi öyle yahu (:
lokma lokma oturdu bir yerlerime, evet kabul et, sen de anlamadın; ama dedim ya, sanırım bir rüyaydı, bitti; diyeceğim de, sabah sabah gözümü açıp, sersem sersem sırıtmalarıma ne demeli.
yok yok, bir şey yok (:
yalnızlık eyidir, yalnızlık güzeldir; evet evet yalnızlık yahşidir.
karıştırmayalım mideyi,
bozmayalım yolları,
bak kış uzundur, kaldıramaz bünye maazallah (:

12 Ocak 2010 Salı

la la laaa

beyoğlu'nda gezersin, gözlerini süzersin aaaaa
sevdiceğim yavrucağım niçin niçin beni üzersin...

gerçekten anlamını bilemediğim bir noktadayım, çözümsüzdür, kaybolmuştur, hükümsüzdür
bir de!

doldu doldu benim zamanım,
doldu (:

11 Ocak 2010 Pazartesi

?

gözlerim 'uyku' diye kıvranırken;
ellerim 'kitap' diyordu..
uzandım rafa; ama elim ve gözüm senkronize bir şekilde arkada sıkışmış 11 yıllık kadim dostum deftere uzandı.
dokundum, uzun zamandır dokunmadığımı anımsadım.
kokladım sararmış yapraklarını,
şeritler geçti...küçük küçük karecikler gözlerimin önünden.

an'lık iç dökmelerimi bazen karaladığım; ama en can dostumdu kendisi.

uzun zamandır baskı uygulamamıştım kendisine, özgür bırakmıştım.

rastgele bir sayfa açmak istedim, beni acaba hangi yıla götürecekti merak içinde bekliyordum.
gözlerimi kapattım,
derin bir nefesin ardından açtım sayfayı akabinde yorgun gözlerimi.

7 haziran 2007

karaladığım kelimeleri görür görmez içim titredi.
hiç kimse hissetmiyorsa, babam hissederdi içimdekileri!
7 haziran 2007 günü yaşadığım çok talihsiz bir olay sonrası, kimsenin haberi yokken -ki ben bile olayı kavramaya çalışırken- babam beni aramıştı ve demişti ki:
"sesini duymak istedim ve her zorluğun arkasında mutlaka bir kolaylık vardır demek istedim canım kızım. haydi iyi çalışmalar sana." deyip telefonu kapatmıştı.

sonrasını hatırlamıyorum.
hatırlayamıyorum.
evet, hatırlamak istemiyorum.
..
hayat, bize sunuyor isteyip de istemediklerimizi,
baktığımız pencere mi önemli acaba?
düşünüyorum bazen!

bazen de bakmak istemiyorum, evet istemiyorum.
ama ya bakmak zorunda oluşlarımızı göz önüne alırsak,
bu zorundalıklara dur diyebilecek gücün olduğu sürece, ayakta kalabiliyorsun.
ayakta kalmaktan anladığın ne ise artık!!!
.

10 Ocak 2010 Pazar

miş

paylaşılmak istenilen güzellikler,
içinde saklı kalmak zorunda bırakılınca,
kusmak istemiyor musun?
ben istemiyorum,
kusuyorum.
içinin kıpırtısına bırakmak varken akışını;
neden duruyorsun?
cebindeki yalnızlığının ağırlığını, atabileceğin umudunu taşımaktan mı yorgun düştün?
kendi dostluğundan mı sıkıldın yoksa?
kendi sesini bile kaldıramayacağın gerçeği mi batıyor yoksa ruhuna?
di'li miş'li geçmiş zamanların sorunlarını, omuzlarında taşıma döngüsü mü sıkıştırıyor yoksa hikayeni?
dokunmak istediğin hiçbir şeye dokunamamak mı öldürüyor yoksa benliğini?
yoksa, sevdiğinin uzakta uyumakta olduğu hayali mi yeşertiyor, kendin tarafından öldürülen benliğini?
kabul et; bunu seviyorsun!

9 Ocak 2010 Cumartesi

saçmalama özgürlüğüm

canım günlük;

8.01.2010
00:16
önümde kilometreler...
uzak kilometreler, yol aldıkça kısalıyor, heyecan yavaş yavaş tüm vücudumu esir alıyor...
bekliyorum...
bu bekleyişe melodilerim arkadaşlık ediyor.
her zaman olduğu ve olacağı gibi...
iyi ki varsınız, do'lar, la'lar, si'ler, si bemol'ler...
kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklıdır, der Cibran...
ben de notaların kendine özgü asil duruşlarına hayranım; ama bütünleşmelerinin önünde eğiliyorum; o ayrı!
________________
00:37
ışıklar söndürüldü.
arka koltuğumda oturan ve yan camdan çaktırmadan baktığım kişi, orta yaşlarda bir bey.
bir şeyler okumaya çalışıyor ya da karanlığın kayboluşunu sevmiyor da küçük aydınlığını benimle de (farkında olmadan) paylaşıyor...
en son Ankara yolculuğumu hatırladım.
bir buçuk yıl olmuş.
gidişimdeki coşkunluğu hatırladım.
yine bazı nefesleri mutlu etmeye gitmiştim.
gidişlerim devam ediyor.
peki ne zaman gelinecek?
işte bunu bekliyorum...
-ve itiraf zamanı; işte bunu bekliyorum!-

_______________


02:24
yarı uyku halindeydim be üstad.
her zaman olduğu gibi dalmıştım.
geldin kondun "ama babacığım" diyerek...
o yarı uykulu gözler açıldı ve akmaya başladı!
sırtımı titreten, sırtımdaki ve dahi tüm vücudumdaki tüyleri havalandıran artı sıçtığımın hayatında yaşayabileceğim tüm duygusal modları bünyeme mıknatıs gibi çeken YEGÂNE şarkı.
ama babacığım.........
______________
02:46
kulağımdan kaçıncı kez "ama babacığım" akıyor...
şehrin kirliliğinden, ışığın kirliliğinden yorulmuşum.
yıldızları burnumun dibinde seyreylemeyi özlemişim.
bana yol boyu eşlik edecek olmaları mutlu ediyor beni.
bu arada, onlardan bir tanesi sensin.
evet, çok uzaksın; ama aynı zamanda nefesini hissettiğimsin, burnumun dibindesin.
______________
03:43

bu su hiç durmayacak!
______________
07:13
gelmişim, Ankara yollarına otobüsümün tekerlekleri ayak basmış.
peki ne olmuş?
kaza yapmışız!
yok gerçekten şaka gibi bir öyküm var!!!
tamam meraklanacak bir şey yok. bu satırları yazıyor olmam da bunun bir göstergesi tabi.
otobüsümüze; bizi sollamak isteyen ve uyuyakaldığını biraz önce itiraf eden bir bey, çarpmış durumda. bizde bir şey yok; ama şimdi aşağıya inip bey amcaya bakmalıyız.
(bu arada bey amcada da bir şey yok. küçük araba olduğu için maddi hasar bizden fazla durumda. yanında olmalıyız. ama umarım törene geç kalmam...)
gittim...
______________
20:15
dün bu saatlerde huzurlu evim Antalyamda idim.
bugün, an itibariyle kentlerin başı olan Ankarada'yım.
yaklaşık üç saat sonra beni tekrar huzur yuvam Antalyama götürecek olan otobüsüm kalkacak.
uykusuz, kaçıncı haftaya girdim inan hatırlamıyorum sevgili.
bu yoğunluğun en faydalı kısmı, akan zaman içinde kalbur saman içinde, olumsuzlukları uzak tutabiliyor olmamdır.
istemeden!
ve bu öykümün gidişatının altı ay daha böyle gitmesini kaldırabilirim. altı ayın sonunda, keskin bir bel hareketiyle yol değiştirmek, denize akmak istiyorum.
evet, işte orada sen varsın!
var olacaksın!
varlığının altındaki yokluğunun denizinde boğulmak için akıyorum sana!
hisset beni, hissettir kendini......
______________
(zaman bilmem ne, önem sırası zamanın kaçta takılı kaldığı değil;
zamanın akıyor olması...
ve seni özlüyor olmam.)
seni çok özlemiştim huzurum.
bu sabah sana kavuşmak için, çok şey yaptım. iyi ki de yaptım.
28 günlük hasretin kor misali kaplamıştı minik yüreğimi.
o herc ü merc içinde, seni elimle koymuş gibi buldum ve sen de beni görmüş gibi bana gülümsedin. özlemiştim seni.
sarıldım, kokunu çektim hücrelerime.
yetmedi...
hiçbir zaman yetmeyeceği gibi.
şimdi gidiyorum...
______________
23:32
otobüsüm hareket halinde.
______________
23:36
ağlıyorum...
______________
23:54
bu ifadeyi kullanmanın benim için ne demek olduğunu biliyorsun.
seni çok seviyorum.
______________
9.01.2010
02:15
artık ciddi ciddi uyumam gerek...
sabah Antalya'ya ayak bastığım gibi dünyayı kurtardığım masama geçmem gerek, iş-güç beni bekler.
söyleyeceklerim bu değildi.
uykum var,
göz kapaklarım ağır,
dalıyorum,
______________
03:04
damgayı vuran kelimenin melodisi "uyan" dedi.
göksel baktagir - ağlama...
______________
05:03
player'ımın içinden -değerli bir arkadaşımın hedayesi olan- "la camisa negra" geldi kondu kulağıma.
hüzünlü günümün, gecemin sonunda, ilaç gibi geldi.
şarkı aslında hüzün barındırıyormuş içinde dilinden anlamam, net dünyasının yalancısıyım.
ama müziğin dili farklı değildir. bu şarkı bende bir coşkunluk, bir heyecan böyle böyle bir şey oluşturuyor işte (:
(ulen halâ gülebiliyorum, helal...)
______________
06:22
var ya, kova kova kahve içsem en sertinden en şekersizinden yine de işe yaramaz.
ama geldi sordu: "ne alırsınız?" diye yüce hizmet adamı.
"kahve, mümkünse sadece kahve!"
şu otobüsten hiç inmek istemiyorum. yaklaşık yarım saat sonra bu koltuk ile bağım kalmayacak, tıpış tıpış masamın yolunu tutacağım.
gözlerimi bir görsen.
alabildiğine kırmızı.
ama sen hiç gözlerime...
.......................................................................................

keşke


hayatında hiç keşke demeyen insanları anlamak istemiyorum...

yok, etiket değil bu; keşke denmeli!
keşke demeli insan!

yan olmalı eşdeğeri ile;


Eşdeğeriyle yan yana yürürken
Cehennem sokağında birey olmak,

Ve en inceldikten sonra
İlkel sözcüklerle konuşmak seninle.


Saat beş nalburları pencerelerden

Madeni paralar gösteriyorlar,

Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,

Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.


Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka

Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
.........................

evet bir doğum günü olmamalıdır insanın,
doğmuş olmanın verdiği ağırlığı,
kaldırmak için uğraşmalıdır belki de!

bir iddia sonucu,
bitişik olan 'y' harfini bağışlamalıdır belki de!

geleneğe karşı olmalıdır;
ama en derininden gelenek ile yoğurmalıdır sözcüklerini belki de!

san-malıdır belki de!
yoksul olmalıdır, geceleri çok kısadır,
dört nala sevişmek lazımdır belki de!........

bir kere öpüşlerinde ikinin hatırının kalmasına üzülmelidir,
iki kere öperse üçün boynu bükülmelidir;

hiç öpmemeliydi belki de ya da hep öpmeliydi!....

her şeye rağmen,
sonrası iyilik güzellik demelidir belki de!
sonrası iyilik güzellik...

6 Ocak 2010 Çarşamba

istediğin gibi (imiş)

eyvallah,
hayallerimin istediğinden bahsetme özgürlüğüne sahibim..evet, sahibim.
ama;
düşlerimin, düşündüklerimin hepsinin olma olasılığına cevap veremiyorum...
tamam kandırıyorum kendimi de, bu kadar da değil...
evet, bu kadar da değil.

şimdi sana paslıyorum;
düşünden düşündüklerinden, hepsinin olduğunu farzet!
evet, farzet...

merak içindeyim, ne olacak?

5 Ocak 2010 Salı

Lhasa...

ellerimizin arasından falan akmıyor!
resmen gözümüze ve dahi başka yerlerimize sokarak akıyor şu bilmem ne hayat, zaman.........

omuzlarımıza binen yükler, gün geçtikçe kaldırılamaz boyuta ulaşıyor...
bugün öğrendiğim bir haber sonrası, bu yükün ağırlığını yine hissetmiş bulunmaktayım!

La Llorona gibi enfes bir albümden, o çekici dilinden, o naif sesinden, o güzel yüreğinden sonsuzluğa akıyor...
Lhasa de Sela...


time

dünyayı kurtardığım masadayım,
bir yandan çalışmalar koştururken,
kulağımda Floyd akıyor...
"time" diyor...


And you run and you run to catch up with the sun, but it's sinking
Racing around to come up behind you again
The sun is the same in a relative way, but you're older
Shorter of breath and one day closer to death


birden Olimpos'a gittim, gelemedim..
yağan yağmuru, toprağın içimi ısıtan kokusunu, gecenin karanlığı çökünce; burnumun dibindeki yıldızların arkadaşlığını sohbetini özledim...
alıp götürdü yine bu "time" beni...
satamadan da getirdi..
masaya geri dönmeliyim...
dönüyorum...
dön........


(zamanım olsa sana da dinletirdim günlük;
kimbilir, akşam evime konabilirsem doyururum seni de...)
...................................................
evet an itibariyle evime uçuşumu gerçekleştirmiş bulunmaktayım. (21:07)
içime dert oldu, senin de kulaklarında, ruhunda bunu hissetmeni istiyorum.
yok yok, hissedemezsin de, duymanı istiyorum.
evet, bunu istiyorum.
buyrun efenim...


4 Ocak 2010 Pazartesi

4 ocak 1960

çok şey öğrendim... drago'dan, selim ışık'tan, ayşe'den ve akabinde kadir'den, barış utkan'dan, zebercet'ten, en asilinden aylak olan adamımızdan...
öykülerinden,
kendi kaybolmuşluklarından,
bizi dehlizden kurtarmaya çalışır hallerinden,
aksine bizi dehlizlerin içine kaybolmak için çekişlerinden...
açlığımdan hem kazandım hem kaybettim...
bu kaybediş ki, yolumu aydınlattı...

sisifos'tan da, kısır döngünün içerisinde, kaybolmamak adına, inadına hayata tutunmayı öğrendim. gayret etmeyi öğrendim,
ne kadar geyret edersem edeyim, sonucun benim isteyeceğim şekline hiç ulaşamayacağını öğrendim...
ama hayattan öğrendiğim daha keskin bir şey vardı: istediğini sandığın şeyleri aslında hiç istemiyorsun...


bu arsız saçmalığın içinde nefes almanın güçlüğünü öğrendim..camus yardımcı oldu!
uyumsuz kahramanım sisifos bağışladı bu saçmalığı bana!
ben de paşa paşa kabul ettim...

sartre da vardı, schopenhauer da; nietzsche de vardı kafka da; mevlana da vardı cibran da...
var olmaya devam edecekleri gibi...

pes etmeyeceğim, arayışlar son bulmayacak...


tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter! yetecek...

2 Ocak 2010 Cumartesi

death proof


Tarantino'yla açmış bulunmaktayız, yılın aktivitasyonunu..(bu nasıl bir kelime yahu)
neyse efenim; söylenecek çok şey olmakla beraber, hiçbir şey söylememek arasında gidip geldim.
sonra dedim ki: yahu ne yapıyorum ben...
her tat farklıdır, her alınan tat farklıdır.
ben seviyorum diye, senin de sevmen mi gerekir...

death proof izlemek istedim dün.
vanishing point'teki dodge challenger'ı ile sağolsun yine gönlümüzü, gözümüzü doyurdu...
akabinde, "ulen vanishing'i de mi izlesem" dedim, ama yatma vaktimin geldiğini, sabah işe gitmem gerektiğini hatırlayınca...uyku modumu açtım ve tüm gece dodge challenger'ım ile ship's mast oynadık; ama kiminle oynadığımı bilmiyorum...
hahhaha rüyalarımda çoğunlukla saçmalıyorum, bu da onlardan biriydi sanırım (:
aman canım olsun, gerçek diye nitelenen hayatta dakikalar süren an, benim rüyalarımda milisaniye bile sürse, değerdi yahu (:

şimdi de; müzikleriyle de, Tarantino bakışıyla da gönlümüzde yer etmiş filmimizin, enfes melodileriyle kulaklarımızı doyuruyoruz. size de sunalım dedim...
meşhur "kucak dansı"ndaki "down in Mexico" geliyor efenim...kulaklarınıza layık (:

fotolar da sağolsun net dünyasından (: