30 Mayıs 2010 Pazar

...ve

iki buçuk yıl sigara ciğerlerden yoksun bırakılabiliyor,
aylarca avuç arasına tombul kadeh ve ince belli uzun bardak alınmadan da durulabiliyor,
aylarca telefon denilen iletişim döngüsünden de kopulabiliyor,
vesaire vesaire....
;
ama
sol, la, si...
O'nu çok özleyebiliyor...
vazgeçtiğini sandığı her şey, döngüsünün içinde yol alıyor da,
dokunmaktan kaçamıyor...
!
sonra,
neden,
kaçmaya çalışıyor ki?


korkularına inat, sarılmaya devam ediyor,
elleri; çok küçük,
yine çaresizce uzatıyor,
başladığı andan itibaren O'na yol alıyor;
ama 00:44 geldi mi, O'nun dibinde bitiyor...
istenmeyen olmuyor, 
sadece dokunuyor...
ve....



.....................
photo: mavi kuş

29 Mayıs 2010 Cumartesi

sessiz ve acelesiz



bahçede ıhlamur
masamda incir rakısı

28 Mayıs 2010 Cuma

safra

                 ne zaman anlayacağım!

                 geliyorum buraya, görüyorum. öykü'yü bildim bileli 
      midesinde bir yanma...

                                               safra!

                 kötünün safrası, kendini üstün hissetme ve rahatlama 
      seansları küçük insanların. insanlar,
                          korktuğu için saldıran
                                            aldatan
                                                   kör olmuş
                                                            insanlar...
                                                küçük "büyük insanlar"

                   bu safrayı tam da bu safraya kusman gerekiyor. bunu 
       görmediğin süre boyunca olamazsın kendine "dost"
   olamazsın kendine yakın.

                   bırakılması zorlaşır sigaraların,
                                     kendine-dost-olamazsan
                                                   küçük bir oyundur yaşamın.

27 Mayıs 2010 Perşembe

eternity

hakim olan grilik içine çekiyor, istemsizce yol veriyorum ayaklarıma. gökyüzüne kaldırdığım ağır başımı, önümde duran maviliğe bodoslama sokmak istiyorum. bulanmaktan yorgun düşen mideyi söküp çıkartmak istiyorum. dinlediğim müziği, artık dinlemek istemiyorum. eve gidip, bilgisayar denilen zımbırtının içindeki müzik klasörünü iki dokunuşla boşluğa sallamak istiyorum. evet bunu istiyorum. ellerimle oluşturduğum, çivisini çaktığım kütüphanedeki tüm kitapları alıp; o hep içinde kaybolduğum maviliğe hediye etmek istiyorum. kitapları diyorum, güneşte, denizin sonunda mavi bir duman gibi gözümde tüten sana vermek istiyorum. boşluğa sallanan melodilerle, suya hediye edilen kitaplarla, içinde kaldığım boşluk hissi, dolsun istiyorum.
sonra da, toprağın altına serilmek istiyorum.

25 Mayıs 2010 Salı

bulantı

 ...

öğrenilen bir şey mi dedin.
ne dedin,
sen nesin,
sen kimsin,
ben mi dedin,
ne dedin,
ben neyim,
ben kimim...
sıçtığımın yürüyüş yolu.

bir ördek yakala da çevirelim ateşte..
hatta ateş de çevirsin şu suretleri,
belki aklanırız ha ne dersin.
yanarken çekilen ızdırabın sancısı, söner mi dersin?
denemek mi dedin..
tamam, deneyelim.
hani ördek nerde,
hani nerde ördek,
...
..
.

bir an gelir, tavan yaparsın sen bile hayrete düşersin,
bir an gelir, tabana yapışırsın yine hayrete düşersin...
ortası yok mu laa bunun, dersin.
ortanın olmasını istemediğini bildiğin halde, soru sormayı çok seversin..
hala yorulmadın mı?

gel artık...



[affına sığındım, kızmazsın değil mi?]

bir nefeslik hava


...yurt bilgisi dersiyle kimya dersi arasında bir teneffüssün sevgili...


23 Mayıs 2010 Pazar

radyoloji


503 gün sonra hastaneye ilk defa adım atmış olmak,
önce el, ayak, sırt titremesi,
sonra durumu kanıksamaya çalışmak,
"hiç olmazsa farklı sebepten geldin öykü, bir rahat durur musun?" iç sesleriyle bünyeyi oyalamak,
radyoloji koridorunda iki ileri bir geri ya da bir ileri iki geri oyunları oynamak,
yine radyoloji koridorunda, sonuç ellerimin arasında dururken, arka pencerede dağ manzarasına doğru uzanmak,
"içim sıkılınca buraya da gelebilirim" diyerek, sırtımı iyice yaslamak,
kulağa da library tapes göndermek...

hastanenin, radyoloji koridoru hiç bu kadar çekici gelmemişti, analizi yapmaya mecbur olmak...

arka pencere, ağaçlar, dağlar, library tapes, bank, radyoloji sonucu, bir türlü rahat vermeyen düşünce bulutları, hayaller, tebessümler, kanamalar...
bu sefer öykü eksik kalsın olur mu?
yoruldu................

19 Mayıs 2010 Çarşamba

herc ü merc

önünde kuyruk,
arkanda kuyruk,
sağın, solun hepten bozuk...
en iyisi, kendi kuyruğunla boğulmak mı olur?



15 Mayıs 2010 Cumartesi

muhayyel

akdeniz çocuğuyuz ya,
akdeniz yürüyüş atlasını atmışım çantama. içinde bulunan durakların bir kısmında adımlamış olmanın verdiği huzuru hissettim biraz önce, atlası tekrar elime aldığımda.
ciddi bir yoğunluğun tam ortasındayım, "beynim ağrıyor" ne demek bilmiyorum; ama "beynim ağrıyor" demek istiyorum. konuyu yine dallandırdım, bu huy ne zaman kuruyacak bilemedim ki?
neyse,

gelidonya diyorum.
uyku tulumunu alsam, fenerin yanı başında bir çardak vardı hıh işte oraya serilsem ikiseksen, önümdeki tabloya bıraksam kendimi, kulağımdan da library tapes aksa...
ya da tek ben değil de, biz yapsak...

güneş askıda kalmaktan yorgun düşse, elini kolunu sallayarak denize kıpkırmızı bir armağan verse, ardından fener lambası ile yakamoz dans etmeye başlasa...

öyle şeyler işte...


13 Mayıs 2010 Perşembe

baş(sız) da olabilir başlık(sız) da

içtiğim şarabın soğukluğu 
içimi yakıyor...
sözcükler bedene batmaktan yorgun düşmüş, öyle ses veriyor...

ama yine de diyorum ki;
gazete sayfaları hep aynı, politika sayfası,
akşam, beni bekleyen sadece kapım oluyor,
bir nihavend olan yalnızlık, etrafı sarmış, kol geziyor...
sonucunda da, her şey "boşuna" oluyor...

bu sıkıntı hali diyorum,
neden s....r olup gitmiyor?

(boşluğu ne de güzel doldurdun değil mi? su gibi aktı kelime, zihninden ya da dudaklarının arasından).

6 Mayıs 2010 Perşembe

çekilen iç

...

4 Mayıs 2010 Salı

kayboluş

yazılanların hiçbir önemi yoktu ki, burada asılı kalmasına da gerek yoktu...
sadece dinle...

kayboluş içinde, benliğini kanatan tüm arkadaşlara selam olsun!!!

3 Mayıs 2010 Pazartesi

...

yalnız kalmaktan daha kötü şeyler de vardır hayatta,
ama
genellikle bir ömür alır bunun farkına varmak,
o zaman da
çok geçtir
ve
çok geçten daha kötü bir şey yoktur hayatta...

Charles Bukowski