25 Şubat 2010 Perşembe

sen hangi renkte kaybolmak istedin?

günlerdir düşünen, üzülen, gözleri dalıp giden; ama yine de nefes alabilen ve yürümeye devam eden mavi var işte karşında...

mavi'nin en yakın arkadaşı olan renk, özünden bıkıp, kaybolmaya adamış kendini.
mavi'yi bırakarak,
kendisini bırakmaya çalışarak...

rengim solmaya yakın duruyor gökyüzünde, denizde, pencere kenarında, bank üstünde...
yeniden canlanır bilirim; hani, kapı çalınsa da yüzü gülse mavi'nin be Bay c.
sen, 
kaçmaya çalışan, kaçabileceğini düşünen; ama her seferinde yine o ağır başınla karşı karşıya kalan değil misin?
sen,
gülebilensin,
sen,
gülmelisin...
istersen gel değiştir rengini, hani mavi kalsın yerinde de,
gel sen değiştir rengini!
yeni bir renkte kaybolmaya çalış istersen; ama böyle çekip gitme...
öyle....

17 Şubat 2010 Çarşamba

...

rengarenk seçeneğin içinden, o da 'mavi' olanını istedi. 
annesi, çocuğun kararsızlığı karşısında büyük bir sabır gösteriyordu. çocuk da, sabrı zorlamak istermişcesine, bir değil iki değil üç adet çubuk şeker istiyordu.
kırmızı da olsun, mavi de olsun, yeşil de olsun cümlecikleri çocuğun o küçük dünyasında büyük bir kararsızlık yumağına dönüşüyordu.
en sonunda, mavi kaplı çubuk şekeri seçip, annesinin elinden sabırsızca almayı bekledi.

şuursuzca izlediğim bu iki kişinin sohbeti, içinde bulunduğum siyahlığın tonunu koyulaştırmaya yetmişti.
keşke, o çocuğun çubuk şekeri seçimi kadar zor olsaydı her şey...
keşke o kadar olsaydı.......
ne olurdu, sonucunda mutlaka bir çubuk şekerim olurdu, ha mavi ha kırmızı ha yeşil. ama çubuk şekerim olurdu.
önümde seçebileceğim bir çubuk şekerim bile yok!

12 Şubat 2010 Cuma

öyle

yalnızım, derken buldum kendimi o televizyon kanalında...
tıpkı geçen gün senin dediğin gibi.
sonra; takıldım kaldım, önceden sana söylediğim gibi.
daha daha, derken; sarmaşık gülleri ile karışmış kalmışım...
ama neyi fark ettim biliyor musun?
o şarkıları söylerken, sadece ve sadece boşluğa söylediğimi...
his yoktu, korktum!
"hani kuşlar ağaçlar, binbir renkli çiçekler, nasıl yakalamıştık, saçlarından baharı..." dedi sadece dudaklarım.
kalbim konuşmuyordu.
sanırım, öyküm için farklı bir gelişmeydi bu!
bilmem ki?
hoş bir seda ile sonlandırdım programı. dinlenilen şarkılardan aklımda kalan tek şey;
"ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım." oldu.

öyle...

7 Şubat 2010 Pazar

.

toplantı öncesi, sadece seslenmek istedim...
kasvetli bir antalya hakim..
ama yine de güzel her şey, evet çok güzel. yağmur da yağıyor, toplantı da başlıyor...
geri gelmek üzere gidiyorum...

6 Şubat 2010 Cumartesi

le battement d'ailes du papillon (2000)


dünya'yı değiştirmeyen bir davranış bulamazsın, en önemsizinden bile olsa.
her detay, her hareket ne kadar küçük olursa olsun, sonsuz olaylara sebep olabilir ve bu sebeple sonsuz bir yankısı ve muhteşem etkileri olur.
okyanus suyunu yükseltmen için yalnızca işemen yeterlidir...

....

4 yıldır, ofise gelirken -farklı güzergahlardan gelsem de-
daim olan bir yolum var...
ofise 5 dakika mesafede, eski bir ev var. dar bir sokak kenarında.
insanın içini ısıtan cinsinden küçük bir ev...
o evin içinden, pencerenin önünden, ismini bilmediğim bir adam gülümser her sabah bana...
o pencerenin önünden her geçişimde, içimden o'na "günaydın" gönderiririm...
kaçırsak da birbirimizden gözlerimizi, 4 yıldır böyle sessiz sedasız merhabalaşırız, suskun arkadaşımla...
o pencerenin kenarında, sabahın sekiz yirmisinde sanki hep beni bekler bir hali vardır suskun arkadaşımın.
ara ara da olsa düşünürdüm; "acaba bir sabah görmezsem ne olur?" diye.
cevabını bugün yapıştırdım bünyeye...
acaba, ne oldu?

5 Şubat 2010 Cuma

..

her işi, anında yapmak zorunda değilim.
yeter artık.
ilk defa, haykırmak istiyorum.
ve ilk defa sanal günlüğüm, sana mide bulandırıcı bir biçimde iç döküyorum.
her işi, anında yapmak zorunda değilim. eyvallah, alında enayi yazıyor olabilir de, bu kadar değil ama, bu kadar olmamalı..
bu ne şimdi?
karışık her şey...çok karışık...bunu yazmamış kabul etmek, hatta hiç göndermemek isterdim; ama delicesine seni sanal aleme yollayasım var. yollayayım ki, dönüp okursam birgün seni, ne kadar ezildiğini gör insanlar tarafından.
yeter diyerek sızlanmayı da bırak.
bunu sen istiyorsun...

3 Şubat 2010 Çarşamba

yansıma



her bir dokunuş öncesi, ışığı yakalayabileceğini düşlüyorsun,
ışığın, içinde gizli olduğunu hiçe sayarak...

ama biliyorsun ki;
her gerçek eninde sonunda bir yansıma!

1 Şubat 2010 Pazartesi

eksik kalan hikaye


hafif esintinin yardım ettiği perdeler, evimi renklendiriyor,
açık olan pencereden, vücudumu aşağıya sarkıtıyorum,
bu aşağılık duruşuyla, şekil değiştiren evren, selamlıyor beni, selamlıyorum evreni...
hafif baş dönmesiyle kendime gelmeye çalışıyorum, radyodaki sese kulak veriyorum.
"hayır" demeyi hep istemekle, hiç "hayır" diyememek arasında çeviriyorum hikayeyi...
geçirilen bir çocukluk açlığı ile radyonun içine giriyorum.
şimdi tüm tınılar ellerimin arasındayken, kemanımın telleri titremeye başlıyor.
O'nun da dediği gibi; dökülüyor nâmeler!
boşluğa yuvarlanıp, boşlukta sallanıp, boşlukta yürüyüp, boşlukta koşup, şekilsiz biçimde, özünde dökülüyor nâmeler...
bugün izlediğim bir filmin karesinde "fazlaca belirsizlik ve detay var!" diyordu Jeanne. bu tümce geçiyor beynimin içinden, beynimi eze eze!
bu belirsizliklerin içinde, olmak zorunda kaldığım detayın içinde, adeta nefes alamadığımı düşünüp acıyorum kendime.
sonra tekrar kemana sığınıyorum ve parmaklarım koparcasına, telleriyle sevişiyorum.
yok yok, bu böyle olmayacak...
işte hep söylediğim gibi, bu benim suçum değil!
o belirsizliklerin ve o fazlaca olan detayların içinde, ben de karışıyorum.
konudan konuya atlamalarım, saçmalamalarım, yuvarlanmalarım, sonra durup nefes almak istemelerim hep bu yüzden...
tutturamıyorum sevgili, tutunmak istemeyiş de yardım ediyor bu herc ü merc'e...
sonra birden, o hafif olan esinti de terk ediyor perdelerimi, evimi...
karşımda hırçın dalgalarıyla deniz, adeta önümde eğiliyor.
işte yine o radyodaki melodi, kaçıncı defa dönüyor hatırlamıyorum...
denizin önümde eğilişi, radyonun arsız tekrarı, kemanla olan sevişme açlığı, hafif esintinin terk'i...
akıtıyor işte, tuzu akıtıyor...
geri çekiliyor deniz, radyo tükeniyor, hafif esintinin gidişi kanıksanıyor, sevişmekten yorgun düşülüyor...
kemençe de susuyor, kanun da küsüyor, keman da alıp başını gidiyor...
ne mi kalıyor?
eksik bir öykü sadece...
ya da sadece bir öykü...
bir öykü...